YENİ DÜNYA DÜZENİNDE İŞÇİ SINIFININ HAKLARI İÇİN MÜCADELE ETMELİYİZ
YENİ DÜNYA DÜZENİNDE İŞÇİ SINIFININ HAKLARI İÇİN MÜCADELE ETMELİYİZ

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı Merkez Finans ve İhale Birimi ile Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun birlikte yürüttüğü, Çalışma Hayatında Sosyal Diyalogun Geliştirilmesi Projesi kapsamında 12 Mayıs 2017 tarihinde Ankara’da bir konferans düzenlendi. “Birlikte Varız Sosyal Diyalog, Sürdürülebilir Kalkınma ve Çalışma Yaşamının Geleceği” başlıklı konferansın ikinci oturumuna TÜRK-İŞ Genel Sekreteri ve sendikamız Genel Başkanı Pevrul Kavlak, panelist olarak katıldı.

 “Sosyal Diyalog ve Çalışma Hayatı Yaşamının Geleceği” başlıklı oturumda konuşan Genel Başkanımız, Pevrul Kavlak, Türkiye’nin yeni dünya düzenine ve 4. Sanayi Devrimi'ne mümkün olduğunca hızla bir şekilde adapte olması gerektiğini dile getirirken şunları söyledi: “4. Sanayi Devrimi hayatımızın her alanını etkileyecek. Ama en çok da benim sendikamın örgütlü olduğu metal ve makine sektörü etkilenecek. Bu süreçte işçi sınıfının haklarının korunması bu değişimden zarar görmeden çıkabilmesi için çaba göstermemiz gerekiyor. Bunun için devlet, işçi ve işverenin bu değişimi iyi yönetmesi gerekiyor.” Moderatörlüğünü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çalışma Genel Müdürü Nurcan Önder’in yaptığı oturumda panelistlere üçer soru yöneltildi.

Genel Başkanımız Pevrul Kavlak’a, panelde sorulan sorular ve verdiği yanıtlar;

*Türkiye’deki çalışma yaşamının geleceğinde işlerin niteliği, niceliği ve çalışma ilişkileri açısından ne tür olumlu ya da olumsuz değişiklikler bekliyorsunuz? Bu çerçevede bizleri bekleyen fırsatlar ve sorunlar neler olabilir?

 “4. Sanayi Devrimi; uluslararası düzeyde on yıla yakın bir zamandır konuşuluyor.  Türkiye’de de özellikle son zamanlarda iş yaşamında önemli gündem maddelerinden biri oldu. Boyutu, derinliği ve karmaşıklığı göz önüne alındığında, bilinmezlerle dolu bir dönem bizi bekliyor. Biliyorsunuz 1. Sanayi Devrimi, su ve buhar gücüne dayalı bir üretimi ifade ediyordu.  İkincisi, elektriğin bu üretim süreçlerine katılmasıyla başladı. Tüm üretimin elektrik gücü ile yeniden planlandı. 3. Sanayi Devrimi ise elektronik ve bilgi teknolojilerinin üretim süreçlerinde yerini alması ile başladı. Yaşanan her sanayi devrimi, insana dayalı üretim sisteminin, makinalara kaymasına neden oldu. Böylece istihdam kayıpları ortaya çıktı. Ancak bu devrimler sonucu hizmetler sektörünün ve ekonominin büyümesi bu kayıpları telafi etti. Üçüncü sanayi devrimi bize bilgi teknolojileri altyapısını miras bıraktı. Şimdi 4. Sanayi Devrimi ile düşünebilen robotlar, sürücüsüz araçlar, nano-teknoloji ürünlerin hayatımıza girecek.  Eğitimden sağlığa, ulaştırmadan haberleşmeye kadar pek çok alanda dönüşümler yaşanacak. Peki biz bu süreçte Türkiye olarak ne durumdayız? Sanayi 4.0’ı nasıl karşılıyoruz?  Biz, orta gelir tuzağına yakalanmış bir ülkeyiz.  Yakın gelecekte de bundan çıkmamız çok mümkün görünmüyor. Nüfusumuzun yaklaşık %21’i çok yoksul, kayıt dışı istihdam % 35 düzeyinde, emeklilerimizin % 85’i 2000 TL altında aylık alıyor. Nüfusumuzun hem eğitim seviyesi düşük hem de yaşlanıyor. Eğitim kalitesine ilişkin verilerde OECD ülkeleri içinde en alt seviyelerdeyiz. Üretimde sanayinin payı düşmeye devam ediyor. Sanayi sektöründe faaliyet sürdüren işletmelerin %60’ı düşük teknoloji kullanıyorlar. Ancak bütün bunlara rağmen son yıllarda özellikle eğitim alanında önemli gelişmeler yaşadık. Okullaşma oranında önemli artışlar sağlandı. Ar-Ge harcamaları 2002 yılındaki 1,2 milyar liradan bugün 20 milyar liraya yükseldi. Her il de üniversite kuruldu. 100’e yakın Teknokent var. Bunların 50’si aktif biçimde çalışıyor. Sanayinin teknolojiyi kullanma kapasitesi düşük. Ama kalkınma ve gelişme için bir potansiyel birikiyor. Bu potansiyel açığa çıkmayı ve ekonomiye kazandırılmayı bekliyor. Yapılması gereken 4. Sanayi Devrimine mümkün olan en hızlı biçimde adapte olmak. 4. Sanayi Devrimi hayatımızın her alanını etkileyecek. Ama en çok da benim sendikamın örgütlü olduğu metal ve makine sektörü etkilenecek. Bu süreçte işçi sınıfının haklarının korunması bu değişimden zarar görmeden çıkabilmesi için çaba göstermemiz gerekiyor. Bunun için devlet, işçi ve işverenin bu değişimi iyi yönetmesi gerekiyor. Çünkü bizim bazı endişelerimiz var. Bu gelişmelerle birlikte istihdamda ne kadar bir azalma yaşanacak? Bu nasıl telafi edilecek? Sanayi 4,0, işçilerimizin yaşam kalitesini artıracak mı? Çalışma saatleri azalacak mı? Yani kısacası, üretimdeki insan unsuru için nasıl önlemler alınacak? Bütün bunları bilmiyoruz ve bunlara cevap arıyoruz. Biz yakın zamanda MESS ile birlikte yeni bir inisiyatif başlatmayı planlıyoruz.  Geleceğin bizim için bir kriz değil fırsat olması için çaba göstermek için çalışıyoruz. Sonrasında da ilgili aktörler ile birlikte bir eylem planı çerçevesinde harekete geçmeyi planlıyoruz.  Bu konuda çalışmalarımız var ancak henüz netleşmediği için ayrıntı veremiyorum. Ancak özellikle Sanayi Bakanlığı ile ortak çalışmalar içinde olacağımızı söylemek istiyorum.”

*Sizce endüstri ilişkilerinin, sosyal ortakların, ikili ve üçlü sosyal diyaloğun bu yeni dönemde rolü ne olmalıdır? İstihdam biçimlerinden bağımsız olarak, işçilerin veya işverenlerin temsil edilmesi açısından yeni mekanizmalara ihtiyaç var mı; mevcut mekanizma ve örgütler yeterli mi? Üçlü mekanizmaların yanı sıra diğer aktörlerin mesela sivil toplum kuruluşlarının da sosyal diyalog mekanizmalarına katılması gerekir mi? İşçi ve işveren örgütleri olarak bu değişimi nasıl algılıyorsunuz ve gelecekte örgütlerinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Sosyal taraflar arasındaki işbirliği geleceğin çalışma hayatında nasıl geliştirilebilir ve Bakanlığın bu yönde kolaylaştırıcı rolü ne olmalıdır?

“Ülkemizin Avrupa Birliği üyelik sürecine girmesiyle birlikte, bazı kavramlar öne çıktı. “Sosyal diyalog”, “sosyal ortak” ve bunun gibi kavramları biz de önemsiyoruz, benimsiyoruz. Ancak bunların sağlıklı bir biçimde işleyebilmesi için bazı koşullarının oluşması gerekiyor. Ancak sosyal diyaloğun olması için bazı koşullar gerekli. Birincisi, hukukun evrensel ilkeleri esas alınmalı. Taraflar arasında hoşgörü ve uzlaşma kültürü esas olmalı. Yani taraflar buna psikolojik olarak hazır olmalı. İkincisi şudur: Toplumsal uzlaşma ancak kurumsallaşma ile mümkündür. Bunun gerçekleşmesi için işçiler ve işverenlerin serbestçe örgütlenmesi gerekir. Çünkü örgütlenme düzeyinin düşük olmasıyla işçi ve işveren kesimlerinin temsil gücü zayıflıyor. Buna karşılık hükümetlerin etkinliğini artıyor. Evet, biz sosyal diyalogdan yanayız. Ancak işçi haklarına ve sendikal hak ve özgürlüklere saygının olmadığı bir ortamda, hangi diyalogdan söz edebiliriz?  İşçinin hakkını fazla gören, işçi hak ve özgürlüklerinin gelişmesini maliyet unsuru gibi algılayan bir anlayışla diyalog olabilir mi? Sendikaları rakip hatta düşman gibi gören, sendikaları işyerlerine sokmak istemeyen anlayışların egemen olduğu bir yapıda, sosyal diyalog kurulabilir mi? Demek ki önce anlayışlarımızı değiştireceğiz. Sendikaları, demokratik toplum düzeninin unsurları olarak göreceğiz. Örgütlenme hakkına saygı duyacağız. İşçi hak ve özgürlüklerinin gelişmesine katkıda bulunacağız. Ondan sonra ancak diyalog mekanizmalarını kurabiliriz ve geliştirebiliriz. Bir de unutmamak gereken şu var: Sadece sorunların ortaya çıkması halinde bir araya gelinmesiyle sosyal diyalog olmaz. Biliyorsunuz Türkiye’de Ekonomik ve Sosyal Konsey var. Bu oluşum oldukça yeni sayılır. Önce başbakanlık genelgeleri ile toplanıyordu. Sonra 2001 yılında çıkarılan kanunla yasal bir nitelik kazandı. Ardından bu da yetmedi, ESK anayasal bir kurum haline getirildi. Getirildi ama üzerinden altı yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, hiç toplanmadı. Sonuç olarak şunu söylemek isterim: Hükümetlerin içine düşebilecekleri en büyük yanlış, sosyal tarafları görmezden gelmektir. En büyük yanılgı sosyal politikalar ve istihdam konusunda en doğru kararları tek başına alabileceklerini zannetmek olacaktır. Ülkemizde uzun bir süredir böyle bir süreci yaşıyoruz. Bakın, Sanayi 4.0 konusunu konuşuyoruz. Sanayi gelişiyor ama sendikalı işçi sayısı azalıyor. Sendikaların olmadığı koşullarda bunları nasıl tartışacağız? Nasıl konuşacağız? O nedenle, eğer ülkemizde sosyal diyalogun gelişmesini istiyorsak öncelikli olarak sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri kaldırmalıyız.”

*Gelişen teknolojinin ortaya çıkardığı yeni üretim ilişkileri ve iş yapma biçimleri dikkate alındığında, mevcut istihdam ve eğitim/mesleki eğitim politikaları ve düzenlemeleri sizce yeterli mi? Sizler, işçi ve işveren örgütleri olarak, çalışanların yeni beceriler edinmesi ve beceri uyumsuzluğunun giderilmesi için neler yapabilirsiniz? Ne tür işbirlikleri geliştirebilirsiniz? “Çalışma Yaşamının Geleceği” girişiminde konuşulan ve tartışılan meselelerden biri. Orta sınıfın azalması ve eşitsizliğin artması konuşulan kötü senaryolar arasında yer alıyor. Çalışma Yaşamının Geleceğinde meydana gelebilecek değişikliklerin yaratabileceği daha fazla eşitsizlik ve yoksulluğun azaltılması ve hatta önlenmesi için ne gibi politikalar ve önlemler uygulanmalıdır? Sosyal tarafların bu konudaki rolü ne olmalıdır? Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın geleceğin çalışma hayatındaki yeri ne olmalıdır? Sosyal taraflarla nasıl bir işbirliği geliştirmelidir?

“Dünyayı son 35 yıldır kasıp kavuran küreselleşme olgusu, özellikle de gelişmekte olan ülkeleri derinden etkiliyor.  Bu etki artarak sürüyor. Küreselleşmeyle birlikte Dünya’mız, 19. yüzyılın vahşi kapitalist modeline doğru gidiyor. 20. yüzyılın sosyal refah devleti yok edilmeye çalışılıyor. Küreselleşme bize hep bir ileri gidiş olarak anlatıldı. Ancak yaşananlar insanlık adına bir geri gidişin göstergesi oldu. Küreselleşme, özellikle emeği ile yaşayanlar için bir geri gidiştir. Çünkü küreselleşme uzun mücadeleler sonucu elde edilen kazanımları silip süpürüyor. Küreselleşme mağdurlarının başında da çalışan kesim yani işçi sınıfı geliyor. İşçi sınıfı, küreselleşmenin gerçek mağdurudur. Çünkü küreselleşme ile birlikte esneklik, kısmi çalışma, taşeronlaşma gibi uygulamalar artmaktadır. Bütün bunlar sendikaların zayıflamasını neden olmaktadır. İşçi sınıfı önemli haklar kaybediyor. Hepimizin kabul etmesi gereken gerçek, küreselleşme olgusunun işçi sınıfını ezdiğidir. Yoksulluğu körükleyen, gelir dağılımını bozan, umudu yok eden bir düzen sürdürülebilir bir düzen olamaz. Dünyanın, daha adil bir gelir dağılımına izin veren yeni bir düzene ve yeni bir toplumsal mutabakata ihtiyacı var. Bunu yalnızca ben söylemiyorum. Bu küresel düzenin değişmesi gerektiğini, dünyanın en önemli siyasetçileri, büyük düşünce kuruluşları, hatta işverenleri de söylüyor. Çünkü onlar da, bu düzenin sürdürülebilir olmadığını, aksine daha büyük acılara, sorunlara gebe olduğunu biliyor. O nedenle, yeni üretim ilişkileri, yeni çalışma biçimleri gibi konulara bir de bu gözle bakalım. İnsan unsurunu hiçe sayan, insanı üretimin basit bir parçası gibi gören anlayışları konuşmadan bunlara ilişkin düşünce oluşturamayız. İnsan kaynakları, toplam kalite gibi süslü laflarla bir yere varamayız. Biz elbette ki nitelikli bir işgücü için üzerimize düşeni yapmaya hazırız. İşverenlerle ya da kamuyla birlikte ortak projeler içinde olmak istiyoruz. Sendikalar olarak işgücünün niteliğini artırmak için ne gerekiyorsa yapmalıyız. Ancak bu konularda işbirliği yapmamız için, başka unsurların da göz ardı edilmemesi gerekir. Hakkı, hukuku, alın terinin karşılığını gözetmeyen, insan onuruna yaraşır bir geliri ve yaşamı konuşmadan bunları çözmeden, yapacağımız işbirlikleri çok fazla işe yaramaz. Bunlar olmadan ne sosyal diyaloğu konuşabiliriz ne de daha nitelikli işgücü için birlikte projeler geliştirebiliriz.”

Diğer bir soru da ise, bildiğiniz gibi sosyal politikaların temel hedefi, emekçilerin adil pay almalarını sağlamaktır. Ancak ülkemizde yaşanan temel bir sorun var. Türkiye’de sosyal politikalarla ekonomik politikalar arasında bir uyum olması gerekirken, tam bir uyumsuzluk var. Yani hükümetler, sosyal politikaları ya da bu politikanın önceliklerini, ekonomik politikalara feda ediyor. Bunun için de çeşitli gerekçeler ileri sürülüyor. Örneğin, işsizliğin önlenmesi, rekabet, verimlilik gibi kavramlar bahane edilerek, sosyal politikalarda geriye gidişler yaşanıyor. Bakın bu söylediklerime ilişkin en çarpıcı örneği vereyim. 2003 yılından bugüne kadar Türkiye’de 11 grev ertelemesi yaşanmış. En önemli işkollarında ertelenen bu 11 grevin kapsamına giren işçi sayısı yaklaşık 55 bin. Yani 55 bin insanın hakkı, hukuku, ekonomik ya da milli güvenlik gerekçesiyle ortadan kaldırılmış. Biraz önce sosyal diyalog konusunda söylediğim evrensel hukuk ilkeleri hiçe sayılmış. Biz hiçbir yasa dışı eylemin içinde olmadık, olmayız. Tek bir yasal eylemimiz var. O da grev hakkımız. Onu da kullanma şansımız olmuyor. Bu uygulamalar, sosyal politika alanında yaşanan bu aşınma, ülkemizde emeğin değerini düşürüyor. Bu da, sözünü ettiğiniz eşitsizlik ve yoksulluğun temel nedenlerinden biri haline geliyor. Bakınız, kendi sendikam Türk Metal’in, 2017 yılı itibariyle, MESS’e üye işyerlerinde grup toplu iş sözleşmesi var.  Bu sözleşme kapsamında yüz binin üzerinde işçi olacak. Bu sözleşme yalnızca sendikam için değil, ülkemiz için de çok önemli ve belirleyici bir sözleşme. Sendikamın çok bilinen bir sloganı var: “üretmek, kazandırmak, kazanmak istiyoruz” diye.  Biz üretiyoruz, çünkü emekçiyiz ve işimiz üretmek. Biz kazandırıyoruz. Örgütlü olduğumuz işyerleri kar rekorları kırıyor. İki gün önce, 2017 yılının ilk çeyreğinde karlar açıklandı. İnanılmaz karlar var. Özellikle otomotivde ihracat patlaması yaşanıyor. Beyaz eşya ve demir çelikte de benzer bir durum var. Verimlilik en üst seviyede, yani işler yolunda, işverenlerimiz kazanıyor. Ancak sloganımızın üçüncü unsuruna geldiğimizde sorun yaşanıyor. Çünkü biz ürettiğimiz ve kazandırdığımız kadar, kazanmak da istiyoruz.  Ancak iş bizim kazanmamıza gelince, ekonomik gerekçeler ileri sürülüyor. Bizden hep fedakârlık isteniyor. Yani başta söylediğim gibi, sosyal politikalar ekonomik politikalara feda edilmek isteniyor. Grev hakkımıza getirilen kısıtlamalarla birlikte, çalışma yaşamının evrensel kuralları da ortadan kaldırılıyor. Bu koşullarda, çalışma yaşamının geleceği açısından iyimser olmak mümkün değil. Çalışma Bakanlığı konusuna gelince, Bakanlık bünyesinde oluşturmuş bulunan Üçlü Danışma Kurulu’nun daha işlevsel olması gerekiyor. Bu kurulda, ILO normlarına uygun bir üçlü yapının olmadığını da söylemek zorundayım. Bana göre bu yapı içinde, işçi-işveren meseleleri, ancak işçilerin örgütü ile sendikalı işçi çalıştıran işverenlerin örgütü arasında konuşulmalıdır. Oysa son dönemlerde, bu yapıya, işçi meseleleriyle ilgisi olmayan bazı örgütler de katıldı. İşçi sendikaları bu yapı içinde azınlıkta kaldı. Çalışma Bakanlığı’nın bu konuda daha hassas olmasını ve uluslararası normlara uygun davranmasını bekliyoruz.  Bakanlık sosyal diyaloğa daha çok önem vermeli. Bakınız, şu sıralarda kıdem tazminatı ile ilgili bir taslaktan söz ediliyor. Daha önce altı taslak hazırlandı, biz hiçbirini göremedik. Şimdikini de görme şansımız olmadı. Bizimle görüşeceklerini söylüyorlar. Bu görüşmeye, taslağı görmeden, üzerinde çalışmadan, hazırlık yapmadan nasıl gidelim? Bunlar Bakanlık açısından yapmak istediğim eleştirilerdir.”

Genel Başkanımız Pevrul Kavlak, konuşmasının sonunda Çalışma Bakanlığı’nın Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun 106'ncı Uluslararası Çalışma Konferansı'nda ülkemizi işçi delegesi olarak temsil etme hakkını Memur-Sen’e vermesini eleştirerek, “Uluslararası Çalışma Konferansında işçi delegesinin nasıl belirleneceği, ILO Tüzüğünde bellidir. Ne yazık ki, bu karar tüzüğe uygun bir şekilde çalışan kesimi temsil eden “en fazla temsile haiz kuruluşlar” arasında mutabakat sağlanmadan verilmiş bir karardır. Mevcut şartlar altında TÜRK-İŞ Yönetim Kurulu 106. Uluslararası Çalışma Konferansına katılmama kararı almıştır” dedi.

Alın terinin karşılığını almak, güvenceli çalışma koşulları ve yüzbinlerin dayanışma gücüne sahip olmak için siz de hemen Büyük Türk Metal Ailesine katılın!

Türk Metal'e Üye Ol
Türk Metal'e Üye Ol